Sayfalar

14 Haziran 2018 Perşembe

NURİ BİLGE'Yİ VE AHLAT AĞACI'NI NEDEN SEVDİM?


Bir film çekersem derdimden çekerim. Nereden kırıldığımı, insanoğluna kendisinin ne halt olduğunu göstermek için çekerim. 

Karşımda insandan intikam alan bir eser bulduğumdan ötürü sevdim Ahlat Ağacı'nı. Özellikle bu filmle ve Kış Uykusu'yla bana kendi çektiğim filmi izliyormuşum gibi hissettirdiği için sevdim Nuri Bilge'yi. Giydiği kazak için sevdim. Toplumu korkunç derecede iyi tanımasından, gözlem yeteneğine duyduğum saygıdan, ortaya koyduğu işle bizi de, kendini de çok iyi eleştirdiğinden sevdim.

Üzerine yazılanları okumadan izledim Ahlat Ağacı'nı. Pazarlanmasına gerek duymadığım, zaten izleyeceğim bir filmdi çünkü. Sevdiğim yönetmenlerin filmi çıkınca hakkında ismi ve afişi dışında bir şey bilmeden perdeyle baş başa kalırsam bana özel bir hediyeyi kutusundan çıkarır gibi hissederim.

Mesela ismi ve afişi dışında bir de fragmanını biliyordum bu filmin. Keşke o fragmanı izlemeseydim dedim, özellikle de filmin son sahnelerine geldiğimde dedim bunu. Çünkü fragmanı; filmin bekaretine zarar veren, konulmasa çok daha iyi olacak bir sahne içeriyordu.

Diğer yandan, bir sonraki sahneyi tahmin ederek izlediğim bir filmdi zaten. Bu normalde film için olumsuz bir şeydir ama burada elbette öyle değil. Derdinize ortak birini bulduğunuzda onunla dertleşirken heyecanlanıp birbirinizin ruhuna çok yakın laflar edersiniz hani, karşınızdaki kişi daha dile getirmeden ne diyeceğini hisseder, bilirsiniz. Aynı anda aynı cümleleri kurarsınız. Film boyunca yüzümdeki gülümsemenin hiç eksik olmaması bu yüzdendi.

Ahlat Ağacı'nın üzerine yazılanları şu an da okumuş sayılmam. Bu yazılanların çoğunun filmden çok uzak, yüzümdeki tebessümü benden almaya çalışan çok yorucu şeyler olduğunu adım gibi biliyorum zira. Ahlat Ağacı bana kalsındı, kime ne'ydi. "Seni herkes bulmasın, sende kendini bulacak olan bulsun seni." diye bir cümle kurmuştum bir ara. Öyleydi işte.

Hayatımıza kamera koyan bir film belgesel olur. Ahlat Ağacı'nda kamera konduğunu hissetmiyorsunuz, bize direkt ayna tutuluyor. Belgeselden daha gerçek o yüzden. Zaten bildiği şeylerin kendisine gösterilmesini neden sever insan? Gerçekten korkmadığı için.

Dileyen sinemaya gülüp eğlenmek, güzel vakit geçirmek dışında bir amaç taşımadan gitsin. Ulaşamayacağı janjanlı hayatları pazarlayan yalan dünya filmlerini izlesin. Ortalık 'tüketilmek' üzere çekilmiş bu tarz ticari filmlerden geçilmiyor zaten, seçenek bol. Film orada biter ve "Paramıza değdi" rahatlığıyla çıkarsınız salondan.

Bittikten sonra da devam eden, verdiği ilhamla günlerce, aylarca ve belki de bir ömür sürecek etkisi olabilen filmler de var ama. Özeleştiri yapmaktan, utanmaktan ve kendini hizaya çekmekten çekinmeyen insanlar da var bu dünyada. Sayıları çok az ama varlar yani. Ve onlar böyle filmleri seviyor, diğerlerinin anlamadığı bu filmleri gerçekten anlayabiliyor. Ve filmi anlamamaları üzerinden boşboğazlık edip anlayanları hor görmeye çalışanlar kadar tepeden bakmıyorlar bu topluma.

Karşındaki filmde aile içindeki halin, tavrın var. Telefonda arkadaşınla yaptığın muhabbet var. Her sokakta rastlayabileceğin bol küfürlü çiğ cümleler var. Fakat sen, bir anda hiç olmadığın kadar kibarlaşıp filme küfürlü oluşu üzerinden eleştiri getiriyorsun mesela. Film bunları gösterirken durum bu olduğu için gösteriyor, övmek için değil. Samimi izleyici bunlardan rahatsızlık duyup başkasının adına olduğu gibi kendi adına da utanır. Başkasını değil, evvela kendini düzeltmeye uğraşır. Ama siz kendiniz dışında herkesle kavgalı olan biriyseniz ahlakçı kesilip öfkelenirsiniz sadece. Yönetmeni de, filmi sevenleri de toplumdan uzak belleyip 'entel' diye yaftalarsınız. Bunu, toplum gerçeklerine olan uzaklığınız bir yana, kendine bile kilometrelerce uzaklıkta olan biri olarak yaparsınız.

Kimse yanlış filme gitmesin, bunu hiçbirimiz istemeyiz. Bu film izlediğimde bana, anneme ve babama yaptığım saygısızlıkları gösterdiyse, salondan çıktıktan sonra göğsüme oturan bir yumrukla gezmeme sebep olduysa doğru filme gitmişim demektir. Bu film anlayabilene aileye karşı sergileyeceğimiz doğru davranışı da anlatıyor, rahmeti, bereketi de anlatıyor.

- Yazının bundan sonrası filmin içinden bir şeyler içerir. -

Baba karakteri beni iki yerde ağlattı. Köpeğine olan sevgisiyle, "Bir tek o beni suçlamıyor." şeklindeki o cümlesiyle.. Mesela Sinan, insanları sevmediğinden bahsediyor ve beylik laflarıyla bunun altını dolduramıyor. Sinan'ın o bütün bilmişliği yapay. Babaysa sahici bir karakter. Kaba saba görünse de zarif, iyi niyetli. Ve asıl baba karakteri insanlardan bıkkın. Bunu Sinan gibi kibirle dile getirmiyor, yaşayarak gösteriyor. Doğaya, hayvanlara sığınarak. Köyde kendine yalnız yaşayacağı bir alan inşa etmek üzere çabalayarak. Evden çok orada vakit geçirerek.

Haksızlığa uğramasına, suçlanıp incinmesine rağmen insanları incitmiyor. Bir kumarbazlığı var ama onu buradan suçlayan Sinan ondan daha masum değil. Hatta bence şerefsizin teki. Sinan'da beni görenler oldu mesela. Ölsem yapmayacağım şeyleri yapıyor. Ama geri kalan yerlerde ben de gördüm elbet kendimi. Rahatsız oldum, kendimden utandım.
Filmdeki tüm karakterlerde bir parça varız. Çünkü filmdeki tüm karakterler insan. Başkalarına hunharca haksızlık edenlerin dünyasında mesele tam olarak da bu mesajı vermekte.

Sinan'ın kitabı çıkarmak isteğiyle kapısını çaldığı tiplerin kofluklarını, o imamı, o yazarı, hepsini gerçek hayattan öyle iyi tanıyorum ki...

Nuri Bilge'nin yine göze sokmadan kullandığı zarif detayları, izleyicinin yorumuna bıraktığı yerleri çok seviyorum. Mesela kitapçıdaki diyalog sürerken başlayan bir yağmur gösterir bize. Genç bir kız kitapçıya atar kendini. Daha sonraki sahnelerde de bir daha görünmez o kız. İlk başta yazarla buluşmaya geldiğini sandım, sonraysa başka türlü kitapçıya yolu düşmeyecek, sadece yağmurda ıslanmamak için oraya kendini atmış biri olduğuna kanaat getirdim.

Başlayan yağmur az önce masadan kalkacağını söyleyen adamın masada oturmayı sürdürmesinin sebebiydi. Karşısındakini daha fazla dinlemek için değil de, yağmurda ıslanmamak için oturmayı sürdürüyordu. Nitekim yağmurun dinip yüzlere güneş vurduğunu görürüz sonra ve öyle kalkar o adam yerinden.

Sinan'ın parasını kimin çaldığını da daha ilk andan hissetmiştim. İlk anda hissetmeyenler için de ergen kız kardeşinin o aşırı tepkisi yardımcı olmuştur.

Son olarak, Ahlat Ağacı'na dair gördüğüm olumsuz taraf şuydu: Filmdeki insanlar bazen çok uzun cümlelerle ve soluksuz olarak kitap okur gibi konuşuyor. Bu da filmin geneline yayılan doğallıkla örtüşmüyor. Yani filmde günlük dilin kullanıldığı birbirinden gerçek konuşmalar varken ansızın karşımıza çıkan bu kusursuz cümleler sırıtıyor, ikisi bir yürümüyor.

25 Haziran 2016 Cumartesi

Az insan, az eşya, az yemek, az laf ve çokça gitmek. Diyeceğim bu.





Fıtratıma ve dinime en uygun yaşam şeklinin daima yollarda olmak, günübirlik işlerde çalışmak, insanların sofrasına misafir olup onların hikayelerine temas etmek, balık tutunca yiyip şükretmek, tutamayınca sabretmek ve yarını aç geçirip geçirmeyeceğimin garantisi olmadan yola böylece devam etmek şeklinde olduğunu söyleyince bana delirmişim gibi bakıyorlar. Ama onlara göre 70 metrekarelik kümes gibi bir bodrum daireye sırf merkezi konumda diye aylık 1.500 lira kira ödemek mantıklı mesela. 

12 Ocak 2016 Salı

SANA BİRAZ GÖNÜL MESELEMDEN BAHSEDECEĞİM MARTİN


Sana biraz gönül meselemden bahsedeceğim Martin.

Onu sevdim. Kalu beladan beri, tüm zamanlarda bir tek onu sevdim.

Bir lafı var şimdikilerin, "Benden öncesi beni ilgilendirmez" diye. Ben ondan önce yaşamadım be Martin. Onu düşümde bile aldatmadım.

Beni kim sevdiyse kızdım bu yüzden. Sonra dua ettim kızdıklarıma. Kimi sevdiysem ona da dua ettim hayırlı bir eş bulup evlenmesi için.

Bu dediklerim sana saçma mı geliyor Martin? Bence değil. Belki de saçma evet. Ama bence değil.


Aşk tüccarlarıyla, surete tapanlarla, şehvet düşkünleriyle dolmuş bir dünya burası. Algılar tecavüze uğramış. Edep, haya ve iffet gibi mefhumlar son derece sıkıcı şeyler artık. Her türlü azgınlıksa cesaret örneği, özgürlük, övünülesi şey.

Sadece hayalleri ve rüyalarındaki, henüz ete kemiğe bürünmemiş bir varlığa sadakat gösteren biri ancak deli veya salağın teki olabilirdi yani.

Anlaşılmayacaktı Martin. Anlatmak da istemedim. Bir iki yeltendim sadece, anlayacak gibi duranlar da hayal kırıklığına uğrattı.

Sanki artık kelimeler iç organlarımı parçalıyordu, öyle hissettim. Ağzımı açsam söz değil, kan çıkacak gibiydi. Sustum. Bir kenara çekildim.

Faydacı, samimiyetsiz ve bol aldatmacalı dünyalarında olması gerekenlere "muhteşem aşk hikâyesi" adını veren insancıkları istihza ederek, sessizce izledim.

Şiirlerin illa yazılması mı gerekir Martin? Herkes yazar iyi veya kötü. Ben şiir sildim. İstedim ki tek bir şiirim olsun, vakti gelince yalnızca o okusun. Evli adamlar orta yere aşk şiirleri yazıyor mesela. Yadırgıyorum Martin.

Herkes bir şeyleri kanıtlamak üzere yaşıyor. Hatta kendinde olmayan şeyleri kanıtlamak üzere...

Kimi ikna etmeye çalışıyoruz Martin? Kendimizden başka kimi kandırdığımızı sanıyoruz? Yaratıcının şahitliği neden yetmiyor?

Ben hep sarsıcı bir şeyler bekledim Martin. Kalbimin etrafını surlarla çevirdim. Sonra da o kuvvetli surların gürültüyle yıkılacağı ve bunu keyifle izleyeceğim günü bekledim. Mağlup edilmeyi, teslim olmayı diledim.

Yalnız birine vurulacağım ve o müebbet yiyecek dedim. Gerçi bu laf biraz kamyon arkası yazılarını andırıyor ama olsun.

Kamyon demişken, biz kırmızı kamyonları çok severiz. Kırmızı yazmaları da...

Şimdi lazımdı bana Martin. Son model bir arabam yokken. Hiçbir şey yolunda gitmiyor görünürken.

Fakat bütün bu anlattıklarım fantastik şeyler değil mi? "Ben de seni böyle bekledim!" diyebilecek bir sakınmışlığa hiç uğramayacağım değil mi?

Kimsenin uzaydan gelip "Pekala, ben oyum" demesini beklemiyorum. Ama buna yakın bir şey bekliyor gibiyim sanki?

Bir kişi çıkıveriyor ve bütün hayatını etkiliyor. Her şeyi karşına alıyorsun. Onun için canını verecek oluyorsun. Bütün bunları harekete geçirecek o kişi kim? Çıkmasa çıkmayacak işte, ne garip. Peki ya kendinde var olduğunu düşündüğün, o kutsadığın şeyler de aslında yoksa? Ya bunca artistlikten sonra kendi hikâyene yetemezsen?

Sezai Karakoç, "Sen benim aşkıma yetişemezsin" dediğinde bir bakıma o aşka kendisinin de yetişemeyecek olduğunu beyan etmişti aslında. Sezai Karakoç'u bilir misin Martin?

Bizim memleketin en aşık olunan kadınlarından Mona Rosa'yı bilir misin? Peki gerçek hayattaki Mona Rosa ne yaptı, "Elektrik alamamıştım" dedi. Mona Rosa banka reklamında oynadı be Martin. Daha ne diyeyim ki!

Çok anlamlar yüklüyoruz. Kimse kaldıramıyor. Sonra o anlamlar büyük bir gürültüyle çöküyor ve enkazda bir tek sen kalıyorsun. Diğerlerinin ruhu bile duymuyor. Boğuluyorsun. Ama hiç ses etmeden, yardım çağrısı yapmadan kendi çabanla çıkıyorsun her seferinde. Geriye kalan tek şeyse yorgunluklar oluyor.

Yoruldum Martin. Bir enkaz daha görsem bu defa çıkmak istemeyeceğim kadar yoruldum. Anlam filan da yüklemiyorum artık, bu onun enkazı değil. Enkazdan bol bir şey yok şu dünyada ve insan en çok da kendisinin göçüğünde.

Kafamda rüya gibi, film gibi bir hikâye dönüyordu hep. Hikâyeme sadık kaldım, tevekkül ettim. Allah biliyordu, yetiyordu. Fakat kendimi ikidir yarım kalmış başka hikâyelerin üzerinde buluyorum Martin. Başrolü olmadığım hikâyelerin...

Bu haksızlığa uğramışlık hissi ihtiyarlattı beni. Sabretmekle isyan arasındaki sınırda volta atıyordum artık. Mahreme, masumiyete gereğinden fazla mı önem veriyorum diye kendimi sorguluyordum.

Ne kastediyor olabilirdi? Daha zorunun üstesinden gelmemizi mi istiyor? Mesela başkasının umudunu yıkan iki kişiden biri mi olmalıydım illa? Ya vicdanım? Gerçi hiç kimsenin umudunu yıkmadan olabilir miydi ki bu işler?

Olamazdı. Bir sürü insan var. Bir sürü gönül var. Doğrusu benim hikâyem gerçek dışıydı. Bu dünyada zararsız olan her şey gerçek dışıydı!

Hayatımda ilk kez birini onun yerine koyarak sevmiştim Martin. Nasıl oldu, niye oldu bilemiyorum. Fakat ruhunu gördüm, çok güzeldi. İmkansıza aşıktı ve acı çekiyordu. Ona şifa olmak istedim. Fazla sevmişti. Belki beni de öyle sever dedim, bilemiyorum. Ve o sıra yine birinden kaçıyordum, bir kez olsun tutunmak istedim belli ki. Dalların en dikenlisine uzanmışım Martin, bilemedim. Oysa bana karşı ördüğü duvarları ancak güçlendirmesine yardım ederdim.

Anlatamadım, dinlemedi ve her şey olacağına vardı.

Gücüme gitti Martin. Kızdım. En çok da kendime kızdım. Neden bu kadar abartmıştım? Çünkü tüm olay sadece ahir zamanın pencerelerinde geçiyordu. Aramızda kilometreler vardı. Mesafeyi hep korumuştuk!

Lakin öğrendim. Tevafuklara itimat etmemeyi öğrendim. Karşı cinsin cinsliklerini öğrendim.

Gördüm Martin. O, hayatıma girdiği vakit ne kadar güzel bir adam olacağımı gördüm. Çok kısa sürdü fakat bunca yıl boş yere beklemediğimi bildim. Sırf bu duygu için kendimi, her şeyi affettim.

Zamanla daha da sakinleştim Martin. Bazen tam bir babaanne gibi konuşuyorum. Fakat bazen de bu sakinlik beni ürkütüyor.

Birini onun yerine koymadan, onu aldatırcasına sevme soğukkanlılığı var üzerimde. Kafam karışık Martin. Hâlâ kendime bile söyleyemediğim şeyler var.

Bildiğim bir şey varsa o da; kimse kimsenin karşısına boş yere çıkmıyor. Hele ki zamanlama bir duanın hemen ardından gelen "amin" kadar manidarsa...

Artık birkaç dakikaya sığan yaşanmamışlıkları birkaç yıla yayıp yavaşladıkça yavaşlamak istemiyorum Martin. Bu yüzyıla ait olmayan duygusal tepkilerimin esiri olmak istemiyorum.

Kafamın içinde yaşadım, kafamın içinde ölmekten korkuyorum. Her şeye gereğinden fazla zaman harcadım.

Çevremdeki birçok kişi evleniyor. Gayet normal bir şekilde evleniyorlar. Benim aklım çıkıyor Martin. Yuva kuracağımın, bir evladımın olacağının düşü o kadar muhteşem ki... Hayata tutunduğum yer burası.

İşimin en iyisi; mesela en iyi yazar, en iyi yönetmen olma isteğim ve inancım yok şu dünyada. Fakat en iyi yar, en iyi baba, en iyi dede olma isteğim de var, bunları olacağıma dair inancım da... Ömür dilersem Yaradandan sırf bu yüzden.

Parada, makamda, mevkide gözüm olmadığını dillendirmek bile aklıma gelmiyor. Ben bu dünyada bana kuvvetle hissedeceğim duygular verecek bir avuç şeye talibim sadece.

Bunları anlatmazdım da sana dedim işte Martin. Sen ki delicesine aşık olduğun Ruth'dan bile soğudun. Beş parasız, aç sefil dolaştığın günlerde kimsenin umurunda değildin. Ama ne zaman ki ünlü bir yazar oldun seni gösterişli sofralara davet ettiler. Açlıktan bitkin düştüğünde yanında olmayanlar doymaya başladığında yemeğe çağırdılar.

Çevrendekilerin tuhaflıklarına bir bir tanık oldun. Yazmaktan da soğudun. Seni var eden tek şeyden... İnsanın sırf ünü için saygı görmesi çok berbat bir durum gerçekten. Haklıydın Martin. Ama kimse kendini okyanusun dibine bırakacak kadar da haklı olmamalı. 

28 Şubat 2014 Cuma

ÇEKİP GİTTİLER...


“İyi ki bilmiyor kalabalıklar
Yağmura bakmayı cam arkasından
İnsandan insana şükür ki fark var
Birine cennetse birine zindan
İyi ki bilmiyor kalabalıklar”
(Sezai Karakoç)


Hayatı "utanmak" üzere yaşayan çocuklar yaratılmıştı. Çekingen büyüdüler. Çıkma tekliflerinde aramadılar sevmeyi. Çıkmazları vardı onların. Sevip de açılamadıkları, yazıp da yollayamadıkları mektuplar oldu. Söylenecek tek sözün birçok şeyi yıkacağını düşündüler. Söyleyemedikleriyle yaşadılar. Fazla duygusaldılar. Sahiciydiler. Seçici davrandılar. Soğudular. Geri çevirdiler. Aldanmak ve oyalanmak istemediler. Ve “nasip” koydular her boşvermişliklerin adını. Gönül meselelerini konuşacakları akıl hocaları bile olamamıştı. Sadece dostların en iyisine, Allah'a anlattılar her şeyi. Kendi kendilerini teskin ederek olgunlaştılar. Kendileriyle barışık oldukları için kendilerine küstüler. Çok dualar ettiler. Çok hayaller kurdular. Çok rüyalar gördüler. Yanıldılar sonra. İşaretlere itimat etmemeyi öğrendiler. Başa gelen her şeyi Allah’tan bildiler. Sonu selamet deyip de sabrettiler. Dertler, davalar yüklendiler. Bunaldılar. Yazarak nefes aldılar. Kutsallarına asla laf söyletmediler. Uzun yollara çıktılar. Tabiata kaçtılar. Merhamet dağıttılar. Genelde tek çocuktular ve illa ki birileri eksikti hayatlarında. Filmlerdeki o birbirlerine arka çıkan kalabalık akraba ortamlarına hep özendiler. Kendilerine miras kalan veya miras bırakacakları arsaları, evleri, bankalarda hesapları da bulunmazdı. Ama birçok bankları vardı mesela. Boğaz kenarındaki veya şehrin tepelerindeki birçok bank onlarındı. Arada başka insanlara kiraya verirlerdi o bankları. Belli bir süre oturup giderdi insanlar. Gariptiler. Hep ezber bozdular. İnsanları bir araya getirdiği için sevdiler çayı. Ağlayarak dinlediler Ahmet Kaya’yı. Aslında şakacıydılar, neşeliydiler. Ama artık bir cenazeydi dünya ve cenazede gülünmezdi. Akılları geçmişte kaldı hep. 21. yüzyılı bir türlü benimseyemediler. Yavaştılar. Mahzundular. Kızgındılar. Onlardan olmayan kimse anlayamadı onları. Onlar da kendilerinden birini buldular mı bir daha kaybetmek istemediler. Çok sahiplendiler. Beraber hiçbir kelimenin güç yetiremeyeceği anlarda buluşmayı arzuladılar. Kafa kafaya verip susmayı, birlikte yaşlanmayı ve belki birlikte ölmeyi istediler. Beklediler. Utandılar. Çekip gittiler…

15 Temmuz 2013 Pazartesi

NAMAZ KILMAK

İnsanoğlu dünyada mühimmiş gibi görünen birçok şey için zorlar kendini. Hiç canı istemese de yıllarca test çözer, bir üniversiteye girebilmek adına zorlar. Sevmediği meslekte çalışır, para kazanmak için zorlar. Sevdiği kabul etmez, onun olmak için zorlar. Fakat bütün bunların yanında; dünyadaki huzur ve güç kaynağı, ahiretteyse sorulacak ilk sual olan namaz için mümkün olduğunca zorlamaz kendini. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çabalayıp durur da, yarın ölecekmiş gibi ahiret için pek bir şey yapmaz. Tembelliğinin farkındadır aslında ama gönlünü rahatlatmak için lafı çoktur. "Benim kalbim temiz" diyerek farzı yok sayar, üstüne bir de Rabbinden iyi muamele bekler mesela. Peki hiç çalışmayıp iyi niyetli biri olduğunu iddia ederek para talep eden bir işçiye hangi patron istediğini verir şu hayatta? Yüzsüzlük değil midir bu? Gece gündüz çalışan diğer işçilere haksızlık değil midir? Veya "şeytanımı yeneyim başlayacağım inşallah" der mesela. Oysa şeytanı yenince değil, yenmek için başlanmalı namaza. Bir işaret, bir ilham beklemek de boşuna. Zira namazı getiren ilham değil, ilhamı getiren namazdır. Kaynağa yönelmek gerekir ilham için. Hafızayı dinç tutmak gerekir. İnsanoğlu unutur, namazsa hatırlatır. Günde 5 defa yaradanı, amacı, günahları ve ölümü hatırlarsın namaz kıldıkça. Bunlarla meşgul olursun. Günlerce tefekkür edersin, belki de haftalarca... Çabalarsın yani, beklemezsin. Sonrasında da öyle ilhamlar gelir ki kafayı yeme noktasına varırsın. Ne güzeldir ilhamla kafayı yemek!

İlk namazlarından mucizevi bir sonuç beklemekle yanılanlar da vardır. Namaza kendilerini veremediklerinden ötürü daha fazla günaha girdiklerini düşünüp pes edenler... Oysa namazı başladıktan sonra terk etmenin hiç alemi yok. Huşu ile namaz kılmak kolay elde edilebilir bir şey olsaydı değeri kalmazdı. Nitekim huşu içinde namaz kılmanın en zorlaştığı bir çağdayız. Çünkü günümüzde beynimize hücum eden, aklımızı çelen bir çok tuzak mevcut. Daima konsantrasyon eksikliği içinde olmamız ve zor idrak etmemiz bundandır. Namazdan önce imam cep telefonu hususunda uyarsa bile namaz sırasında birbiri ardına çalar telefonlar. Veya giydikleri biçimsiz kıyafetler yüzünden secdeye giderken orası burası açılır bir çoğunun. Niyet edip tekbir almadan evvel o sıra günahlarımızı hatırlayıp bütün kalbimizle teslimiyet duygusu yaşayarak, Allah'tan istiğfar dilemek içtenliğiyle değil de; adet olduğu üzere 3 kere "Estağfirullah!" deriz mesela. Bu hissizlikten kurtulmak için maça çıkmadan önce ısınan bir sporcu gibi namaz kılmadan önce namaza ısınmak gerek. O an, namazın hemen öncesinde meşgul olduklarımızı ve sonrasında meşgul olacaklarımızı kafamızdan atmamız gerek.

Güzel olanı elde etmek için Allah'tan istemek, elde edebileceğimize inanmak ve sabretmek yeter. Mesela ney üflemek de güzeldir. Ama neye başlayan kişi sadece ses çıkarmak için bile uzun süre çabalar. Bu süre kimisi için 1 saat, kimisi içinse 1 haftadır. Sesin ruh okşayan kıvamda çıkması, yani tam anlamıyla bir neyzen olabilmekse herkes için yılların verilmesi demektir. İşte huşu içinde kılınan bir namazı yakalamak da yılların geçmesini gerektirebilir. Ayağımızı yerden kesecek, içimizi titretecek, bizi ağlatacak bir namazı istemeliyiz. Birine aşık olmak kadar istemeliyiz bunu! Allah, namaz kılanı, istemekte ısrarcı olanı sever. Namazsız geçen ömrün Allah'tan bir şey istemeye ise yüzü yoktur.

Namaz; bayramdan bayrama, haftada bir gün cuma veya Ramazan'da teravih değildir. Günde 5 defa kılınandır namaz. Şeytanın en aktif olduğu, uykunun en tatlı bulunduğu bir vakitte kalkıp abdest alarak Allah'ın huzuruna çıkılan bir sabahtır mesela. Ve namaz kılan günlük hayatta birçok kez Allah'ı yanında hisseder. Kılmayansa Allah'ı karşısına almıştır ve yaşamı boyunca O'nun gazabından çekinmeye mahkûmdur. Uğrunda büyük çabalar sarf edilen, namazı daima ertelemeye sebep olan dünya işleri ölüm geldiğinde bütün ehemmiyetini kaybedecek. Müslüman bunu idrak edendir. Bu yüzden, Müslümanım diyen ama namaz kılmayanın ihlasını sorgulayıp korkması gerekir. Ve o korku, Müddessir Suresi'nin ayetlerini okurken daha da hissedilecektir:

"Ancak defteri sağdan verilenler böyle değildir. Onlar Cennettedirler ve günahkârlara, “Sizi bu yakıcı ateşe (Cehenneme) sürükleyen nedir?” diye sorarlar. Günahkârlar şöyle cevap verirler: “Biz namaz kılanlardan değildik, yoksulu doyurmuyorduk, batıla dalanlarla birlikte dalıyorduk, ceza gününü de yalan sayıyorduk. Sonunda bize ölüm geldi çattı.” Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez. Böyle iken onlara (Mekke halkına) ne oluyor ki öğütten (Kuran'dan) yüz çeviriyorlar? Adeta aslandan ürküp kaçan yaban eşekleri gibidirler. Doğrusu, onlardan her biri kendisine özel olarak açılmış sayfalar (ilahi vahiy) dağıtılmasını istiyor. Hayır! Gerçek şu ki, onlar ahiretten korkmuyorlar. Asla düşündükleri gibi değil! Bilsinler ki bu, gerçekten bir ikazdır! Dileyen ondan (düşünüp) öğüt alır. Bununla beraber, Allah dilemedikçe öğüt alamazlar. Sakınılmaya layık olan da, mağfiret sahibi olan da ancak O'dur." (Müddesir: 39 - 56) Şüphesiz, Allah doğruyu söyledi.

17 Haziran 2013 Pazartesi

YAYALIM LÜTFEN

Memleketteki gelişmeler hiç umrunda olmayan, sadece ‘ekmeğine bakan’ insanların o vurdumduymazlığına bazen özenmiyor değilim. Yolda yürürken kör topal bir kediye rastlayıp da o günün geri kalanını buruk geçirdiğimde vicdansızlara özendiğim de olmuştu. Yani elbette bu özenmeler yersiz. İşin aslı; Gezi Olayları başladığı günden beri gerginim, öfkeliyim, iştahsızım, yorgunum, üzgünüm ve hâlâ geceleri tencere-tava sesleri işittiğim için şaşkınım!

Ülke olarak hava almaya, kafamızı toplayıp sakinleşmeye ihtiyacımız var bizim. Nitekim bu milleti en fazla sakinleştiren ve toparlayan ay olan Ramazan’a çok az bir süre kaldı. Tencere tavacı halkımız bu işi daha ne kadar uzatır bilmiyorum ama Ramazan’da gürültü yapma sırasının Müslüman milletimize, rahatsızlık duyma sırasının da hangi milletten olduklarına hükmedemediğimiz o halka geçeceğini biliyorum. Aldığım bir duyuma göre komşularının tencere-tava terörüne maruz kalanlar intikam için “men dakka dukka” atasözünün etrafında birleşip sahurlarda sokaklara çıkarak davullar çalacak, maniler söyleyecekmiş.

Yayalım lütfen!

14 Haziran 2013 Cuma

İNŞİRAH

  Müslüman'ın dertlendiği, sıkıldığı zamanlar sarılacağı İnşirah Suresi vardır. O sure onu toparlar, gönlünü ferahlatır.
  Diğerinin dertlendiği, sıkıldığı zamanlar sarılacağı içki şişeleri vardır. Alkol onu dağıtır ve aldatır. Hali daima haraptır.

  Bismillahirrahmanirrahim.
  1. Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi?
  2. Yükünü senden alıp atmadık mı?
  3. Ki, o yük senin belini bükmüştü.
  4. Senin zikrini (şanını) yüceltmedik mi?
  5. Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır.
  6. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık vardır.
  7. Boş kaldın mı hemen (başka) işe koyul,
  8. Ve yalnızca Rabbine yönel.

10 Haziran 2013 Pazartesi

GÜNAH




Bir günah işlediğimi anladığımda,
Sol omzumdaki meleği hatırlarım.
Dönüp selam veririm ona,
“Esselâmu aleykum ve rahmetullah!”

31 Mayıs 2013 Cuma

AYA KAÇTI UÇURTMALAR


Kulağımda kuş cıvıltıları, burnumda mor salkımların rayihası var. Gözlerim, etrafı pembeliğe bürüyen erguvanlar arasından Boğaz’ı görmekte. Elimde bahar meyveleriyle dolu bir tabak ve dilimde papaz eriğinin ekşi tadı var.

Saçları bembeyaz, yüzü çizgili, ayaklarındaki maraz nedeniyle evden dışarı adım atamayan bir ihtiyarım ben. Bu sebeple günlerimin neredeyse tamamını bütün duyu organlarıma baharı tattıran, bana İstanbul’u yaşatan mütevazı balkonumda geçiririm. Yoldan geçen insanları, açan çiçeği, uçan kuşu, Boğaz’daki gemileri izlerim buradan.

Gördüklerimden çok daha fazlasını barındırır manzaram. Mesela şu an baktığım ağaçlar değil, benim çocukluk yıllarımdır. Tek tük çiçeklerin bulunduğu o dallar yeşillendiğindeyse gençliğime bakıyor olacağım. Aradan zaman geçip yapraklar sararıp dökülmeye başladığında kaybettiklerim gelecek aklıma. Kupkuru kalan ağaçlar yatağında sonunu bekleyen bir ihtiyarı anımsatacak. Üstleri karla örtülüp kefen rengine büründüklerindeyse ölümü düşünüyor olacağım.

Şüphesiz ki ağaçlar bir bahar günü tekrar dirilecek. O çıplak dalların bugünkü gibi rengarenk olduklarına şahitlik edeceğim. En keyif vereni de bunu görmek! Ama belki de bu son görüşümdür. Olur ya ömür yetmez, çıkamam seneye. O zaman da başka bir dirilişe tanıklık ederim. Belli mi olur! Daha güzel ağaçların olduğu, başka bir dünyaya merhaba derim.

Yolun karşısındaki park baharı karşılamak isteyenlerle doluyor. Benim damat bir taraftan onlara bakıyor, bir taraftan da kapağının ortası delik bir pet şişeyle bakkalın önünü ıslıyor. Ağaca çıkan çocuğunu indirmek için çabalayan kadınsa evladımı getirdi aklıma. Uçurtmasını uçuramayan tosun tıpkı benim torunum... Hiçbiri toprak altında değil. Hepsi karşımda işte!

Dişlerim kamaştı. Ne kadar da çok yemişim eriklerden. Kül tablası çekirdek dolu. Hepsini de tuza bulamıştım üstelik. Bir doktor görse bu kadar tuz tükettiğimi ne derdi acaba? Ne derse desin. Umurumda olur muydu sanki? Sevmiyorum onları. Kırk tane hastalık çıkarıyorlar insanın başına. Yiyeceklerin en güzellerini yasak edip yığınla hap veriyorlar.

"Ding dong! Ding dong!"

Komşu çocuğu olmalı. Zaten ondan başka kim çalacak ki kapımı? Boşalan meyve tabağını ve çekirdek dolan kül tablasını alıp ağır adımlarla içeri geçtim. Tabakları mutfak taşına bıraktıktan sonra yine ağır adımlarla kapıya yöneldim. Kapıyı açmak için epey zaman harcamış olsam da zilim ikinci kez çalmadı. Marazımdan ötürü ağır yürüdüğümün bilincinde olan ve kapıyı açmamı sabırla bekleyen küçüğün gülümseyen yüzüyle karşılaştım. Ona her zamanki gibi hayır duası ettim, uzattığı para üstünü harçlık olarak cebine koymasını söyledim ve saçlarını okşadım. Teşekkür ederek uzaklaştı.

Bugünkü gazetede hiç hayır yoktu. Okudukça içim sıkılıyordu. Binlerce insanın öldüğünü yazan habere inanmayıp parktaki insanlara baktım. Kimse ölmemişti, herkes gülüp oynuyordu! Kafamı dağıtmak için gazetedeki en değer verdiğim sayfaya geçtim. Bulmaca sayfasına...

Epeyce oyalandıktan sonra gazeteyle kalemimi masaya bırakıp parka baktım tekrardan. Az önce insanlarla dolup taşan parkta bana sırtı dönük olan bankı ortalayarak oturmuş bir genç vardı sadece. Parktaki insanların çokluğundan ve çevredeki ağaçların gözümü almasından ötürü pek dikkatimi çekmemiş olsa da sabahtan beri orada oturduğuna emindim.

Karşısındaki manzaraya odaklanmış kasketli gence bakıyor, baktıkça darlanıyorum. O, dükkanının önünü ıslayan mahalle bakkalının damadım olmadığını, az önceki kalabalık arasında torunumun ve evlatlarımın bulunmadığını haykırıyor, gazetedeki kötü haberin doğruluğunu da onaylıyordu. Yaşamlarının birkaç dakikasına tanık olduğu insanları; damadına, evladına veya torununa benzeterek yalnızlığını unutmaya çalışan zavallı bir ihtiyar olduğumu söylüyordu bana. Hatta öyle zavallıydı ki bu ihtiyar, geçimini sağlayacak bir emekli maaşı ve evini miras bırakacak kimsesi olmadığından; çok sevdiği evini satmış, satıştan elde ettiği parayla da kendi evinde kiracı olmuştu.

Bir bankı ortalamış, binlerce insanın öldüğünü söyleyen o haberin benzerinin bulunduğu gazete sayfasını elimde suyu çıkacak derecede sıktığım gün kafamda kasket, önümde saatlerce baktığım bir manzara vardı. Elimde sıkmış olduğum gazeteden memleketimde büyük bir depremin olduğunu ve binlerce insanımızın hayatını kaybettiğini öğrenmiştim. Sülalem yok olmuştu benim!

Gözyaşlarımı silip bana mutluluk veren manzaramda bir kara leke olan gence öfkeyle bakmaya başladım. Kalkıp gitmesini istiyordum artık. Ama dakikalar geçmeye, o da oturmaya devam ediyordu.

Nihayetinde akşam ezanıyla birlikte hareketlendi. Onun ayaklanmasıyla da donup kalmam bir olmuştu. Meğer genç otururken benim arkadan göremediğim bir baston tutuyormuş elinde. Görme engellilerin kullandığı bastonlardan...

Gece boyunca uyuyamadım. Bastonunu yere vura vura uzaklaşan o gencin görüntüsü kafamın içinde tekrarlandı durdu. Henüz gün ağarmamışken kalktım yataktan. Elimde bir bardak suyla balkona çıktım. İlk olarak banka baktım. Boştu. Bardaktan iki yudum su alıp geri kalanını saksıdaki sardunyalara döktüm. Klasik model tekli koltuktan ibaret olan tahtıma kuruldum. Kafamı arkaya yaslayıp iç geçirdim.

Dalmışım. Kargaların sesiyle irkildim. Sabahın maviliği etrafı kaplamış. Sokak ıssız, kimse yok. Ayaklandım. Balkon kapısına yöneldiğim anda ritimli bir ses işittim. Dönüp balkon demirliklerine tutunarak sesin geldiği yöne doğru eğildim. Oydu. Sokağın başından bu tarafa doğru geliyordu. Kepenkleri inik mahalle bakkalının bitişiğindeki evin bahçe duvarından sarkan mor salkımlara yöneldi. Onları büyük bir titizlikle okşayıp dakikalarca kokladı. Ardından aynı bankın yanına gitti ve bankı ortalayıp yayılır vaziyette oturdu.

Az önce balkon kapısına neden yöneldiğimi unutmuştum. Koltuğuma mıhlandım. O genç görmeyen gözleriyle manzaraya, bense ona bakıyordum. Arada sırada ağaçlara ve yoldan geçen diğer insanlara göz atsam da hiçbir şey göremiyordum. Oysa ağaçlarda çocukluğumu, yoldan geçen insanlarda akrabalarımı görmeliydim!

Güneş en tepeye ulaşmıştı. Henüz kahvaltı yapmamış olduğumu hatırlayarak içeri geçip karnımı doyurduktan sonra geri döndüğümde genci bıraktığım gibi bulacağımı biliyordum. Balkona çıkarken radyomu da açmıştım. Evimdeki sessizliği bastıran, şarkılarıyla beni benden alıp eski günlerime götüren dostumdu radyo.

Bundan evvel bir çok kez dinlediğim şarkıya mahalledeki insanlarla klip çekmişliğim oldu. Fakat onlar beni eğlendiren kliplerdi. Şimdikiyse oldukça manidar...

“Rüzgâr gibi geçti canım ilkbahar
Ben ne yaptım açarken erguvanlar
Ben kâr zarar hesap tutarken
Aya kaçtı uçurtmalar”

Radyodaki ses bu satırları okurken sokağın başında uzun boylu, komik saçlı bir genç belirdi. Kulağında kulaklık ve elinde bir telefon vardı. Kafası elindeki telefonun ekranına gömülmüş vaziyette hızlıca geçti sokaktan. Yanındaki eşsiz manzaraya bir saniye dahi bakmadan, kulaklığı yüzünden kuş cıvıltılarını duyamadan geçip gitti. Sorsam bilir miydi erguvanın adını? Bilir miydi mor salkımın koktuğunu, ilkbaharı? Banktaki genç görme engelli olduğu halde etraftaki güzellikleri bu denli fark edebiliyorken kendisinde kusur bulunmayan akranı nasıl bu denli kör olabiliyordu?

Kafam bütün gün manzaramı kaplayan o gençle meşgul oluyordu. Kendi kendime sürekli onunla ilgili sorular sorup duruyordum. Ne yer, ne içer? Kimi kimsesi var mıdır? İki gündür ne diye buraya geliyor? Yoksa beklediği biri mi var?...

Ben meraklı bir adamım. Ortada bu kadar cevapsız soru varken rahat edemem. Bu yüzden onunla konuşmanın yollarını aramaya başlıyorum. Yanına gidemem. O halde ona seslenip evime davet etmeliyim. Ama ya beni yanlış anlayıp bir daha gelmemek üzere giderse? Hem sesimi ona duyurabilir miyim ki? Aklıma bir fikir geliyor ve yavaşça kalkıyorum yerimden. Dairenin kapısını açıp komşunun çocuğuna sesleniyorum. Cevap yok. Tekrar sesleniyorum. Merdiven boşluğunda açılan bir kapının sesi yankılanıyor. Fakat ses bir alt kattan değil, en alttan geliyor.

"Onlar gitti amca. Hümeyra'nın ablası fenalaşmış. Hepsi birden hastaneye gittiler. Bir durum varsa söyle ben halledivereyim."

"Allah şifasını versin. Bir durum yok kızım merak etme. Hadi iyi günler sana." dedikten sonra kapıyı kapattım.

Hay Allah, demek ki ufaklığın bugünkü gazetemi getirmemesinin sebebi de buymuş. Gencin yanına yollamak için ondan başkasını da görevlendiremezdim. Umutsuz bir şekilde kapıyı tekrar açıp merdivenlere baktım. En son ne zaman kullanmıştım acaba bu merdivenleri. İnmeye kalksam varabilir miydim gencin yanına? Eh be adam, üç katlı binanın en üstünü mü buldun oturmak için? Girişte otursaydın ya! Ama o dairenin de balkonu yok... Kapıyı çarpıp radyoyu da kapattıktan sonra ikindiyi aradan çıkardım. Her zamanki yerime kurulup ona bakmayı sürdürdüm.

Yine akşam ezanı okunur okunmaz ayaklandı. Gitmek için akşam ezanını bekliyor olmasına kafa yoramayacaktım. Ağırlık çökmüştü. Namazı kılıp yatağa bıraktım kendimi.

Uykusuz geçirdiğim günün acısını çıkarmış olmalıyım. Başucumdaki saat öğleye kadar uyuduğumu işaret ediyor. Kaza etmek üzere yatsının yanına yine sabah namazını da eklemişim anlaşılan. Yüzümü yıkayıp hızlıca balkona yöneliyorum. Evet! Bu sefer hızlı hareket ediyorum. Uykumu almış olmamdan kaynaklanıyor olacak bugün kendimi dinç hissediyorum. Balkona çıktığımda genci yine o bankta oturur vaziyette bulmamsa keyfime keyif katıyor. İşte her şeyin yolunda gideceği bir gün!

Kahvaltıyı iki kişilik hazırlıyorum. Kararlıyım. Nasıl çıkacağımı düşünmeden inmek istiyorum merdivenlerden. Bunun sonucunda çekeceğim ağrıları birkaç günde atlatırım. Ama inmezsem genç hakkında merak ettiklerim bir ömür kemirir beynimi. Belki kimi kimsesi yoktur, bundan böyle hep iki kişilik yemek hazırlarım belli mi olur?

Çay bardaklarını da masaya koyduktan sonra epeydir yanına uğramadığım askıdaki paltoma yöneldim. Paltonun görüntüsü o kadar olumsuzdu ki heyecanım dindi. "Otur oturduğun yerde!" diyordu sanki. Duraksadım. Kafamı karıştırdı lanet palto! Sinirlenip onu giymekten vazgeçtim. Zaten havalar ısındı be adam ne paltosu?

Heyecanla kapıyı açtım. Attığım adımı ikinci ve üçüncü adımlarım izledi. Sanki ayaklarım kendiliğinden gidiyordu. Duvarlara tutuna tutuna inerken geriye baktığımda kapıyı açık bıraktığımı gördüm. Omuz silkip merdivenlerden inmeye devam ediyordum ki adımım boşa gitti ve dengemi kaybettim.

Sırt üstü uzanmış vaziyetteyim. Bulanık gözlerle ikinci kattaki dairenin kapısına bakıyorum. Beynimin içinde bir hareketlenme var. Kıpırdayamıyor ve ses çıkaramıyorum. Az önce bana ne oldu bilmiyorum ama yavaş yavaş kapanan bilincim sona geldiğimin sinyalini veriyor. Birden, "Acele giden ecele gider." sözü yankılanıyor kafamda. Bir şeyler hatırlıyorum. Göz kapaklarım inerken, "Artık zerre merakım kalmadı. Gencin büyüsünü çözdüm. O genç meğer benim azrailimmiş!" diyebiliyorum.

27 Mayıs 2013 Pazartesi

HAFIZAYI GÜÇLÜ KILMAK


Rahmetli Mahir İz’e sormuşlar, “Keskin bir hafızaya nasıl sahip olunur?” deyu.

El cevab, “Evladım biz Osmanlı mektebine gittik. Bize ilk gün yolda nasıl yürünür bunun kaidesini öğrettiler. Göz ayağın ucunda olacak yürürken. Gözümüz hep ayağımızın ucundaydı. Önümüze bakardık. Sizler boyuna etrafınıza bakıyorsunuz. Ona bak, şuna bak… Sizde hafıza olmaz. Günahı göz işler de belasını gönül çeker. Gözler bakar, gönül rahatsız olur ve hafıza zayıflar.”

İsterseniz bir ara kalabalık bir caddede durup insanlarımızı seyretmeye koyulun. Bazı gözler sürekli karşı cinsten birini arar, bulur, inceler. Bazıları da boş boş bakar. Bazılarının gözleriyse mağaza vitrinlerindedir. Ve bazıları elbette, yürürken bile ellerindeki cep telefonlarına gömülmüş vaziyettedir. Neredeyse kimsenin bakışları yerde değildir yani. Başları göğe erecek şekilde hareket ederler...

Cep telefonlarının olmadığı, hatunların şimdiki gibi açık saçık değil edepli gezindiği, her yanı yalancı vitrinlerin, reklam panolarının sarmadığı Osmanlı zamanındaki mekteplerin birey yetiştirmeye ilk olarak nereden başladığını duyunca günümüzdeki halin de nasıl bir “hafıza kaybı” sonucu zuhur ettiğini anlıyoruz aslında. Eğer Osmanlı’nın eğitimini, adabını, dilini, bilimini, kültürünü,… “hatırlıyor” olsaydık insanlarımızı bu denli şuursuz bulamazdık. Değerlerimizi bir arada tutan İslam’ı her türlü işten ayırmak, ötelemek ve hatta hafızalardan silmek gayretiyle çalışanlar, milletimize derme çatma ilkelerini başarıyla yutturdular. Allah bizleri idrak edenlerden eylesin!

Öyle darbeler yemişiz ki toparlanamıyoruz. Çocuklarımız dünya ve ahiret hayatlarına dair büyük ehemmiyet taşıyan kaidelerden habersiz büyüyor. Toprakları sayısız alimle beslenmiş bu vatanda artık mütefekkir bir yana, doğruyu yanlışı ayırt edebilecek kadar mantık sahibi insan dahi yetiştiremiyoruz. Mesela, zamanında hafıza kaybına neden olur düşüncesiyle mezar taşlarının okunması tavsiye edilmemiştir. Şimdilerde çevremizde gözün gördüğü neredeyse her şey tuzaklıyken, hepimiz her yanı saran ekranların bağımlısı olmuşken, kalkıp da hafıza kaybına uğramamak için mezar taşı okumuyoruz ve hatta yarım yamalak anladığımız için her şeyi; günah sanıyoruz mezar taşlarını okumayı. Mesela, “Güzele bakmak sevaptır.” sözünü; doğaya, estetik olan yapılara, kitap satırlarına yani güzelliklere bakmak olarak değil, güzel kızlara bakmak olarak alıyoruz da tefekkür etmek için, hafızayı güçlü kılmak için söylenmiş bir sözün işlevini tam tersine çeviriyoruz. Gayet mantıklı olanlar hurafeye dönüyor elimizde. Kulaktan kulağa oynuyoruz. Ters anlıyoruz. Ezbere yaşıyoruz.

Çünkü ilköğrenimden başlıyoruz ezberlerden ibaret bir birey olmaya. Mesela, ta o zamanlar bize dayatılan İnkılap Tarihi dersi koca adam olup da üniversite çağına gelmiş ve hangi bölümü seçersek seçmiş olalım karşımıza çıkıyor, kurtulamıyoruz. Bizlere eğitim aldığımız her yıl Atatürk İlkeleri hatırlatılırken, haftada yalnızca bir defa karşımıza çıkan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerinde İslam’ın ilkelerinin onda birini dahi göremiyoruz. Mesela, çevresindeki büyükleri ve hatta ana babasından dahi, "bekâr adamdır yapar" türünden sözlerle zaten tetikte bekledikleri bir çağda sürekli zinaya yönlendiriliyor gençlerimiz. Bunun yanındaysa günahtan korunması, namaz kılmasının gerekliliği gibi konuları hayatlarında neredeyse işitecekleri tek yer olan cuma namazlarına bile gidebilmeleri için evvela okuldan kaçmaları gerekiyor. Kısacası; dinine bağlı ahlaklı bir nesil değil, batıya ve batıla bağlı "çağdaş" bir nesil yetiştirmeye devam ediyoruz. Sanki 1400 yıl önce indiği haliyle bugün de mucizevi bir şekilde geçerliliğini koruyan, kanunlarında bir değişiklik bulunmayan Kuran'ı temel alarak yetişecek nesiller "çağdaş" olmayı beceremeyecekmiş gibi...

Osmanlı çocuklarının ilk ders olarak karşısına çıkan ama Türkiye Cumhuriyeti’nde kendi çabamla araştırıp bulmasam ömrüm boyunca hiç mi hiç karşılaşmayacak olduğum Mahir İz Hocanın bahsetmiş olduğu düstur hakkındaki bir derlememle kapanışı yapıyorum…

GÖZ AYAKTA, GÖNÜL ALLAH’TA

“Nazar ber kadem” yani; gözleri ayağın üzerine almak, dikkati kendi adımlarına yöneltmek. Hak yolcusunun bir yere doğru yürürken bakışlarını yerden ve ayağından ayırmamasının ifade edildiği bir kaidedir bu. İnsanın gözü tıpkı bir fotoğraf makinesi gibi gördüklerini kaydedip aklını bunlarla meşgul eder. Çevreye gereksizce bakınmak yerine, önüne bakarak hedefine ilerleyen kişinin gafletten büyük ölçüde korunacağı belirtilir. Böylece kendisini lüzumsuz bakışlardan sakındırıp iç alemindeki huzur ve sükun halini muhafaza edebilir insan. Bunun yanı sıra tevazu erdemini de kazanır bu düstura uyan kişi. Nasıl ki dimdik ve böbürlenerek yürümek kibrin göstergesiyse, önüne bakarak edepli bir şekilde yürümek de tevazunun göstergesidir.

Ve milliyetçi duygularımdan faydalanan lisedeki öğretilerle benden istenildiği üzere, bir Türk olarak yolda yürürken daima dimdik tuttuğum başımı kendi çabalarımla eğdim elhamdülillah. Amma demiş ya Mehmet Akif, "Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?"

24 Mayıs 2013 Cuma

BİLMEDEN


Kadın, yeryüzündeki en gevrek simidi bulma azmiyle tezgahtakileri bir bir yokluyordu. Bu hayatta benden bile daha seçici ve benden bile daha yavaş görünüyordu. Seyyar simitçinin bir müddet sonra sabrı taştı,

“Teyzem kumaş mı seçiyorsun Allah aşkına? Simit bu yahu!”

Kadın söylenenleri duymamıştı sanki. Seçtiği simidi uzatarak, “Bu olsun evladım. Poşete koyuver.” dedi. Cüzdanından çıkardığı bozukluklarla ödemeyi yaptı, simidini aldı ve gitti.

Sıra bana gelmişti, adım atarak önümdeki boşluğu doldurdum. Satıcının teyzeden dert yanan gözleriyle karşı karşıya geldiğimde ona hak verecek bir manada tebessüm ettim. Ardından bir açma aldım ve boğaz manzaralı banklara yöneldim.


Oturup açmayı yemeye koyulmuştum ki etrafımı bir çete sardı. Ayaklarımın dibinden eğdikleri başlarıyla bana yan yan bakmaya başladılar. Açmamdan ufak parçalar koparıp onlara attım. Tıpkı insanlarda olduğu gibi serçelerde de girişkenler karınlarını doyuruyor, çekingenlerse aç kalıyordu. Bu durumu değiştirme hırsıyla kopardığım parçaları yoğun bir şekilde pay etmeye başladım. Böylelikle girişkenlerin ağızları doluyken çekingenlerin de boğazından bir şeyler geçmiş oldu.

Sonra az ilerideki güvercinler ilişti gözüme. Tüylerini kabartarak kendi etrafında bir semazen gibi dönen erkek güvercinler dişileri tavlama derdindeydi. Dişilerse etrafında fır dönen karşı cinsleriyle ilgilenmiyor, yerden yiyecek bir şeyler arıyorlardı. Ya da öyle görünüyorlardı… Yine her şey insanlarda olduğu gibiydi. Çapkınlık peşinde koşan erkekler ve onlara yüz vermeyen dişiler... Bu duruma da bir müdahale olması açısından elimdeki son açmayı da güvercinlerin bulunduğu tarafa yolladım. Ama nafile! Çapkınlığı yarıda kesen bir erkek güvercin dahi çıkmamıştı. Dişi güvercinlerin de naz yaptığı, aslında bir yiyecek aramadıkları kesinlik kazanmıştı. Aradıkları “doğru adam”dı. Yerdeki son açma parçasına hücum edense yine serçeler oldu.

Kendimi, ilkbaharda kabararak dönmek yerine bir köşede sakince bekleyen erkek güvercin gibi hissettim. Tam da böyle münasebetsiz bir vakitte karşıdan bana doğru yaklaşan bir çift belirdi. Anlaşılan yine aynı şey istenecekti benden…

Bir anda yanımda bitiverdiler. Sırıtarak elindeki ince diktörtgen cep telefonunu uzatan kabarık saçlı erkek güvercin o klasik cümleyi kurdu,

“Fotoğrafımızı çekebilir misin?”

Sahilde isterse tek başına oturan yüzlerce insan olsun yine gelip fotoğraflarını bana çektirirdi bunlar. Zorlama bir tebessümle yerimden kalkıp onlarla birlikte kıyıdaki korkuluklara yaklaştım. Bir an, birbirine sarılmış çifti ayrı ayrı fotoğraflamak gibi bir muziplik geldi aklıma. İkisi de aynı karenin içinde olmak yerine; çektiğim iki fotoğraftan birinin sağ köşesinde erkek, diğerinin sol köşesinde de kız olacaktı. Bunu görünce nasıl tepki verirlerdi acaba? Doğrusu onları birbirine hiç yakıştırmamıştım.

Ama artık bu işi ciddiye alarak yapıyordum. Çiftlerin mutluluklarını fotoğraflamak benden sorulurdu! Bu yüzden en iyi karenin içine aldım onları. Telefonu geri verdiğim gibi heyecanla nasıl çıktıklarına baktılar. Sonra teşekkür ederek uzaklaştılar. Ben de bankıma döndüm. Semaya baktım…

O sırada bir düdük sesi duyuldu. Ardından kuşların kanat sesleriyle ayakkabıların tabanlarından çıkan sesler birbirine karıştı. Çocuk, genç, yaşlı herkesin acelesi vardı. Sanki vapurdan gelen düdük sesi bir koşu yarışmasını başlatmıştı. Topuklu ayakkabılarına rağmen koşmakta olan genç kıza ve ona ayak uydurmaya çalışan ihtiyara yoğunlaştım. Ses cümbüşünün arasına gittikçe çoğalan bir gürültü eklendiğinde de dikkatimi oraya verdim. Bu gürültü, var gücüyle koşan adamın peşinden sürüklediği valizin tekerleklerinden geliyordu. Adam bir müddet sonra valizini kucaklayıverdi. Artık hem sessiz hem de daha hızlı koşuyordu. Öyle ki, az önce izlediğim genç kız ve ihtiyarla arasında epey mesafe olmasına rağmen onları geçmişti.

Bir düdük sesi daha duyuldu ve çımacılar hareketlendi. İskelenin kapısı kapanıyorken arasından biri sıyrıldı. Vapura son binen kişi valizli adamdı. Dayandığı duvardan yavaş yavaş ayrılmakta olan vapuru gördüğü halde yetişmek adına koşmayı sürdüren insanlar vardı. Ne tuhaf bir yarıştı bu! Hiç umut yoktu ama koşuyorlardı…

Tekrar diğer ikiliye baktım. Çok yaklaşmış ancak yetişememişlerdi. Genç kız, soluklanmaya çalışan ihtiyara ellerini sallayarak bir şeyler söylüyordu. Vapuru kaçırdıkları için onu suçluyor olmalıydı. Oysa on beş dakika sonra o iskeleden başka bir vapur kalkmayacak mıydı? Bir ihtiyar yormaya, bir kalp kırmaya değer miydi? Üstelik etrafta dünyanın en iyi manzaralarından birini barındıran banklar vardı beklemek için. Ama hayır! Burası geç kalmaktan daima korkan sinirli insanların şehri. Bilirler ki derse geç kalanı öğretmen sınıfa almaz ve işe geç kalan da patronun gazabına uğrar. İş sahibi olmaya, evlenip yuva kurmaya geç kalanlarınsa vay haline zaten!

Ortalık yatışınca serçeler yine geldi. Açmamı bitirerek beni aç bırakmalarına rağmen hâlâ beklenti içindeydiler. Onlara verecek bir şeyimin kalmadığını anlatan bir çaresizlikle bakacakken, çöpe atmak üzere ağzını bağladığım yanımdaki poşete ilişti gözüm. Küçükken yere kırıntı dökmenin günah olduğunu öğrenmiştim. Bu nedenle de az önce açmanın kırıntılarını o poşetin içine dökmüştüm. Ne kadar da ezbere hareket etmişim! Ağzını çözdüğüm poşeti ters çevirerek içindekileri serçelerin üstünden bırakıverdim hemen. Çünkü kırıntıları yere dökerek onlardan kuşların ve böceklerin nasiplenmesini sağlamak onları çöpe atmaktan daha mantıklıydı. Allah’a mantığımdan ötürü teşekkür ettim.

Sonra kalkıp yola koyuldum. Nereye ve kime varacağımı bilmeden…

20 Mayıs 2013 Pazartesi

EN BÜYÜK EDEBİYATÇI O'DUR

“Görmedin mi Allah güzel bir sözü nasıl misal getirdi? (Güzel bir söz), kökü sağlam, dalları göğe yükselen bir ağaç gibidir. Bu ağaç Rabbinin izniyle her zaman meyvesini verir. Öğüt alsınlar diye Allah insanlara misaller getirir.” (İbrahim: 24, 25)

“İnkâr edenlere gelince; onların amelleri ıssız bir çöldeki serap gibidir. Susamış kimse onu su sanır. Yanına geldiğinde hiçbir şey bulamaz. (Tıpkı bunun gibi kâfir de hesap günü amellerinden bir şey bulamaz). Ancak Allah’ı yanında bulur da Allah onun hesabını tastamam görür. Allah, hesabı çabuk görendir.

Yahut (inkârcıların küfür içindeki hâlleri) derin bir denizdeki karanlıklar gibidir. (Bir deniz ki) onu dalga üstüne dalga kaplıyor, üstünde de bulutlar var. Karanlıklar üstüne karanlıklar… İnsan, elini çıkarsa neredeyse onu bile göremez. Kime Allah nur vermezse, onun için nur diye bir şey yoktur.” (Nûr: 39, 40)

Ve bazı insanların makale, şiir, roman gibi birçok şeyi okuyup da yaratıcının indirdiği, her yönüyle mucizevi bir kitap olan Kuran'ı es geçmesi ne kadar da hayret vericidir!

13 Mayıs 2013 Pazartesi

BİR GÜN ÖLECEĞİZ


Bir gün öleceğiz. Ama bunu fazla dert etmiyoruz.

Bazılarımız ölüyor ve ancak o zaman hatırlıyoruz ölümü. Bazı kadınlarımız cenaze için bir günlüğüne kapanıyor. Bazı dükkanlar gibi…

Bazılarımızsa “hayat kısa” diyor. Artık yapmayacaklarını, artık ertelemeyeklerini falan söylüyorlar.

Sonra 7’ler, 40’lar, 52’ler çıkıyor aradan. Alınan kararlar unutuluyor. Dünya işleri ağır basıyor. Dünya işleri hiç bitmiyor…

Eğer ahiretteki yakınlarımız bizleri izliyorlarsa dizilerdeki bazı karakterleri benimseyip onlara televizyon karşısından heyecanla komut veren teyzeler gibi bir halleri olmalı,

“Öleceksiniz nelerle uğraşıyorsunuz… Ahmaklar! Dönsenize hatalarınızdan, yönelsenize Allah’a! Aman, ne haliniz varsa görün!”

10 Mayıs 2013 Cuma

BÜTÜN MESELE





Bana kalırsa Shakespeare eksik söylemiştir. “Mutmain olmak ya da mutmain olmamak” aslında bütün mesele budur.
Ve Ra'd Suresi’nin 28. ayetinde şu ifade yer alır, “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur.”
“Mutu kable en temutu işte tüm mesele bu.” da diyebiliriz aslında. Hadisin manası, “Ölmeden evvel ölünüz!”dür çünkü.